İçeriğe geç →

Funda diye bir ablamız vardı – 1

// Bu metin, 6 parçadan oluşan Funda Diye Bir Ablamız Vardı tefrikasının 1. parçasıdır. //

1’inci Gün

Kitap raflarının arasında sessizce gezinirken, Akdağmadeni İlçe Halk Kütüphanesini hatırladım. Buradaki kütüphanenin de oradan pek bir farkı yoktu. Kütüphaneden çok öğrencilerin müşterek çalışma odası gibiydi ve sefildi. Ancak Akdağmadeni’ne nazaran eski karton kapaklı, sarı saman kağıtlı kitapların çok az olduğunu fark ettim. Kütüphanede yenileri geldikçe eskileri kayboluyordu. 

Gezerken raflar arasında hemen fark edilen eski bir kitap gördüm. Hayli yıpranmıştı. Kitabın sırtı yukarıdan aşağıya doğru iki yandan sökülmüştü. İki kapağını alt taraftaki, bir kaç yıl önce şeffaf bir bant ile yapıştırılmış kimlik kartı bir arada tutuyordu. Kitabın sırtı siyah ciltle kaplanmıştı. Kapaklar ise alacalı renkleri olan solmuş kartondandı. Sayfalar sarı saman kağıdı ve yazı karakteri daktilo harfleriydi. Kitabın iç kapağına bakılırsa, kitap Osmanbey/İstanbul’da Sander yayınevi tarafından basılmıştı. Bir romandı ancak, perişan hali haricinde kitabı almamı gerektirir çekici bir yanı yoktu. Yazarı, hikayesi ve bugünlerdeki okuma alışkanlığım tercihimde etkili olmadı. 

İki kitap daha alıp, kütüphane memuruna ödünç alma kayıtlarını yaptırdıktan sonra kütüphaneden ayrıldım. 

7’nci Gün

Kitapta anlatılan hikayeden daha çok dışarıdaki rüzgar ve yağmur sesini algılamaya başlayınca okumayı bırakıp mutfağa geçtim. Dolaptan su alıp içtikten sonra camın önüne gelip  bir sigara yaktım. Sokak lambasının aydınlığında bir süre yağmuru izledim. Yağmur kararsız yağıyordu. 

Aklımda yağmur geçişleri, elimde sigarayla tekrar masa başına gelip ne yaptığımı bilmeden kitabı tekrar aldım. Kitabın kapağını açtığımda ilk sayfaya yapıştırılmış “Muhtıra Örneği:6” isimli kağıtta el yazısı ile yazılmış tarihler dikkatimi çekti. Açıklamada “ödünç verilen kitabın geri getireceği günü gösterir muhtıra” olduğu yazılı idi. Bu kez ön kapağın iç kısmına yapıştırılmış yönetmelik maddelerini okudum. Halk ve Çocuk Kütüphaneleri Yönetmeliği’nin 34. maddesine göre ödünç verme süresi en çok 15 gündü. Demek hâlâ aynı yönetmelik hükümleri geçerliydi. Gerçi aynı yönetmelik miydi, yoksa o yönetmelik ilga edildi de yeni yönetmeliğe de aynı hükmü mü koydular bilemedim. Ödünç verme muhtırasındaki ilk tarih 2 Ağustos olarak yazılıydı ama yılı gösterilmemişti. Bir sonraki tarih 29 Eylül 1995 olduğuna göre ilk tarih 1995 yılı veya kitabın kütüphane envanterine kaydedildiği tarih arasında her hangi bir tarih olabilirdi. Bu muhtıraya bakılırsa son kez 5 Temmuz 2003 tarihinde bir okuyucunun bu kitabı teslim etmesi gerekiyordu ki, tarihin başındaki sayılara göre bu okuyucu kütüphanenin 448 numaralı üyesiydi. 

Bir süre daha bu muhtırayı inceleyip bir kaç bölüm daha okudum.

8’inci Gün-1

Hava puslu ve serindi. Odalarda, koridorlarda, kalemde amaçlı veya amaçsız gezdikten sonra, biraz daha çalışırım diye dosyaları karıştırdım bir süre. Çalışmak için değil, bir şeyler okumak için iyi bir gündü. Sanırım bu yüzden iş yerinde çalışırken belki bininci kez okuduğum şeylerin her birinin bir hikaye olduğunu düşündüm. Önümdeki kağıtlarda, belgelerde birbirinden farklı zamanlara ait küçük bilgiler bir hüküm olmak için bir hikaye olmayı bekliyorlardı. Bir hikayenin içine girmenin bir yanıyla işimi yapmak bir yanıyla da her şeyden kaçmak gibi olduğunu düşündüm bir an. Geçmişe gitmenin bir yoluydu belki. Kimi, bir kaç ay öncesine gidiyordu, kimisi daha doğmadım günlere. Arasında da kendi geçmişim. Lisenin kuzey binası, ellerimle yazdığım dönem ödevleri, sokak arası futbol maçları ve daha bir sürü şey. 

Sonra fark ettim ki, aklıma gelen kendime dair bu ilk iki üç şey 1995 yılına ait detaylardı. Daha doğrusu bunlar belki ortaokul yıllarımın tamamı ve lise yıllarımın bir döneminde olmasına rağmen, aklım tarihlemeye başladığında gözümün önüne 1995 sayısı geldi. Bunun niye böyle olduğunu düşünmeye başladığım anda kapı açıldı.

8’inci Gün-2 

Evde her şey dağınıktı. Hava az önce kararmıştı. Mutfağa geçtim. Dolaplara baktıktan sonra montumu alıp alışveriş için evden çıktım. Arabanın içinde yerel radyo istasyonlarından birini açtım. 

Akşamüstü odama gelip söyledikleri aklıma geldi. “Sorduğum hiç bir soruya doğru düzgün cevap vermiyorsun.” Gerçekten böyle miydim? İçinde “ben” geçtiğinde gizlenmek için en güzel yol “fiil cümleleri” kurmaktı. Sakladığım bir şey olmadığını söylediğimde, “anlattığın bir şey de yok” demişti. Kaç “hüküm cümlesi” kurduğumu hatırlayamadım. Otoparkın içindeki asansörden markete çıktım. Kitaptaki altı çizili ilk cümleyi düşündüm. Fiil cümlesi mi hüküm cümlesi mi anımsayamadım. Büyük marketin içinde, tek kişilik alışveriş için yeterli olan sepetlerden birini alıp raflar arasında gezmeye başaladım. Cevabını az çok tahmin etmediğim soruyu sormamam gerektiğini biliyordum ama bu kanıya nereden vardığını sormadım. 

Sepet dolmadan biten alışverişin ardından marketten çıktım. Yerel radyo istasyonunda hangi tür müziğin hangi kuşakta çalındığını bir türlü öğrenemedim. “Sorduğum bir şey hakkında bilmem dediğin her zaman, benim ne bildiğimi anlamaya çalıştığını sanıyorum.” Bir kurgu üzerine konuşmuyordum oysa. Onun da bir kurgu üzerine konuşmadığını sanıyordum. “Ne gibi mesela” dediğimde, “tam da bunun gibi işte, bak yine ben ne düşünüyorum onu öğrenmeye çalışıyorsun” dedi. Kendim hakkında mı, yoksa onun hakkında mı yanıldığımı düşündüm. 

Eve geldiğimde kitabın altı çizilen ilk cümlesinin ne olduğu sorusu geldi aklıma. Bir tahmin yapsam mı diye düşündükten sonra baştan itibaren bütün sayfalara bakmaya başladım. Bu sefer kitabın iç kapağının altında “Birinci Bölüm” yazılı sayfasının sol üst köşesine kurşun kalemle bir şeyler yazılıp silindiğini gördüm. Altı çizili cümleyi kitabın 11. bölümünde buldum. Oraya kadar hiç bir cümlenin altının çizilmemiş olması şaşırtıcı geldi ilk başta. Altı çizili cümleler romanın erkek kahramanının aynı masada oturdukları otuzlu yaşlarındaki bir kadına dair betimlemeleriydi. İsim ve fiil cümleleri karışıktı. Bu cümleler, altını çizecek kadar kimin dikkatini çeker ki diye düşündüm. Cümleleri tekrar okuyup kitabın ilk sayfasına yapıştırılmış “Muhtıra Örneği:6” isimli çizelgedeki tarihlere ve üye numaralarına baktım. Sonra hiç bir neden yokken 19 Ağustos 1998 yılında kitabı teslim etmesi gereken 644 numaralı lise öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim üyenin bu cümlelerin altını çizen okuyucu olduğunu düşündüm. Aslında bu kişi 2001 yılı 16 Şubatında kitabı teslim etmesi gereken 213 numaralı üye de olabilirdi. Hatta o üyelerden her hangi biri. Ama ben 644 numaralı üye olması gerektiğine karar verdim. Cümleleri tekrar tekrar okudum. Kelimelerle çizilmiş ve hiç yaşamamış bir kadının bedeninde neyi aramıştır okuyucu, duygu mu, şehvet mi? Bir zamanlar sadece kasaba denilebilecek bir şehirde yaşayan okuyucunun, konuşamadığı şeyleri, cümle içinde kullanamadığı kelimeleri bir kitapta okuyor olması onun için ilginç bir tecrübe olmuştur belki de. 

İTİRAZ/ARA SES-1/1

Ben 644 numaralı üyeyim. Lise öğrencisiyim. Ama o cümlelerin altını ben çizmedim. Bize kitaplara iyi bakmamız, zarar vermememiz öğretildi. Ben kitabı aldığım gibi, bir şey yazıp çizmeden teslim ettim. Ben kütüphane memurunun veya müdürünün bana “kitabı beğendin mi, ben de okumuştum onu, filanca kitabı da okumalısın” dediğine şahit olmadım. Ama teslim ettiğim kitabın sayfalarının hızlı bir şekilde gözden geçirip beni denetlendiğini tecrübe ettim. Nasıl çizebilirdim ki bir cümlenin altını?

Kitabı bırakıp, evdeki bütün sesleri susturduktan sonra, bir kanepeye geçip öylece oturmaya başladım. Kitaplar, üyeler, kurmaca hayatlar, dışarıda yaşanan hayatın bir motorsikletin gürültüsüyle evin içine girmesi, yolda kalan yolculuklarım gelip geçtiler bana kalmayan düşüncelerimden.

Tüm bu düşüncelerden sonra “sadece konuşurken değil, okurken de böyleyim sanırım” dedim kendimce.

Tefrikada GezinSonraki parça →

Kategori: DÜZ YAZILAR

Yorumlar

Yorum Yap >>