İçeriğe geç →

Dügane-17

“De est un antre” demiş Rimbaud. 


Ferit Edgü bunu “ben başkasıyım” olarak değil, “ben bir başkasıdır” olarak çeviriyor. “ben, sizin bildiğiniz ben değilim. bende bir başkası var. ama her başkasında bir ben yok..”  

Selma Hanım ile ilk karşılaşma ve tanışmamı şöyle yazmışım günlüğüme vakti zamanında: 

eşliğinde:

Doğum günümün kutlaması geçtiğine göre ağustosun sonlarına doğru olmalı. Çevremdeki insan kalabalığını bilinçli olarak kendimden uzaklaştırmaya başlayıp doğum günümü annem ve abimden başka kimse kutlamadığından beri her sene 19 Ağustosları komformist otel tatilinin içine denk getiriyorum. Böylelikle ikindi vakti otel odasına girdiğimde bir şişe soğutulmuş şampanya, biraz mevsim meyvesi, taze kremayla hazırlanmış çilekli tartlar beni bekliyor oluyor masada. En azından diyorum, en azından kendi kendime şampanya ile doğum günü kutlayabiliyorum. Sessizce… Şikayetim yok, bilakis…

İşte, doğum günü kutlaması geçtiğine göre ağustosun sonlarına doğru olmalı…Otel çıkışının ardından Akdeniz sahili boyunca konaklaya konaklaya ilerliyorum doğuya doğru. Rastgele bulduğum otel odalarına yerleştikten sonra gündüzleri serin kır kahvelerinde beynim uyuşuna kadar okuyup akşamları denize nazır taze mezeli balıkçı meyhanelerinde elimde dolmakalem, boş sayfalar demlenip sessiz sakin günlerimin ve kırk yaşımın kerterizini çıkartıyorum. 

Alanya’dayım. Burada sırdaş eski bir kadim dosta uğradım. İki gün sonra buradan da ayrılacağım. Tisan Adası’na doğru.. Hatırladığım kadar virajlı mı acaba yollar? 348,8 km’lik ama 5 saat 21 dakikalık bir yolculuğum var. İnternette hızlı bir araştırma yapıyorum. Kalacak iyi oteller, meyhaneler vs…Gidince hallederim diyorum. 

Önce halletmem gereken başka bir işim var. O akşam bir arkadaşıma soruyorum rakı masasında ayaklarımız plaj kumuna gömülmüş ve sandalyede kaykılmaya başlamışken; “bana kan lazım!”

Hemen telefona sarılıyor. Selma abla diye biriyle konuşuyor. Ertesi akşam saat dokuz için kavillleşiyor benim adıma.

Telefonu kapattıktan sonra anlatıyor. Selma abla eski evden komşuları, bayan kuaförüymüş, 50 yaşlarında görmüş geçirmiş bir kadın, kocası öleli çok olmuş bilmem ne hastalığından, kızı ve damadı ile işletiyormuş dükkanı. Yakınmış mekan. “Ara sıra ben de gidiyorum” diyor rakı kadehini tokuşturmak için uzatıp göz kırparken.

“De est un antre”…Bilgiden yoksun zamanlarmış. Kafamda  bu düşüncelerle varıyorum tarif edilen kuaför salonuna.

Zile bastığımda hafif ayak sesleriyle gelip kapıda karşılıyor Selma hanım beni. Kocaman ama samimi gülümsemesi rahatlatıyor. Sanki “siz zaten ilk değilsiniz, çekinecek bir şey yok” tavrıyla neredeyse kapıda tüm gerginliğimi alıp içeriye davet ediyor. Ferah, temiz bir yer. Siyah-beyaz dekore edilmiş, yerler beyaz fayans, siyah deri koltuklar, sırasını bekleyen müşteriler için yine siyah deri L biçiminde bir deri koltuk, üstünde kadın dergileri olan cam sehpa ve yeni yakıldığı anlaşılan uzun parliament sigarası ve filtresinde ruj izi…
“bir kadeh viski alır mısınız” diye soruyor gerginliğimi anlamış gibi. “çok teşekkür ederim, sıcakta viski içmem, ama daha hafif bir şeyler varsa?”, “tabi, olmaz mı” 
Yavaş yavaş ilerliyor dükkanın öteki tarafına doğru. Alıcı gözle bakıyorum arkasından. Daha doğrusu ilk defa dikkat ediyorum. Yaşını gösterenlerden Selma Hanım. Ne eksik, ne fazla. Kumral, kaküllü kesilmiş yaşına uygun bir saç modeli, abartısız bir makyaj, gençken yüz hatları sivri, ama yaşının getirdiği şu haliyle hafif bir kilo ile hatları yumuşamış, V şeklinde pamuklu bir tişört, siyah pantolon ve ona uygun siyah mokasen ayakkabılar… Göğüsleri hafif sarkmaya başlamış ama uçlarının tişörtünü baskılamasından tazeliğini kaybetmemiş, kalçaları yaşı ile uyumlu ve dolgun, benim boylarımda, giyinişi, tarzı, konuşması ve hayatla uyumu ve tek taş küpeleriyle “hanım” diyeceğimiz türden.
İki bardak buzlu rom-kolayla geliyor yanıma. “kusura bakmayın, normalde eksik olmaz ama limonumuz bitmiş” diyerek gülümsüyor. “Önemli değil, teşekkür ederim” diyorum bir dikişte yarısını yuvarladıktan sonra…”keşke atletiniz de olsaymış, böyle zorlanacağız” 

Havadan sudan konuşuyoruz biraz biraz. Biraz biraz işten güçten. Cam sehpanın üzerine açık yatırılmış Atilla İlhan şiirlerinden sonra…

“Başlayalım mı” diyerek ayağa kalkıp beni oturduğumuz yere açılan başka bir odaya götürüyor. Dişçi koltuğuna benzer-yine deri- bir koltuk, etrafını çevreleyen raflar, sehpalar üzerinde bir sürü solüsyon, yağ, krem, dezenfektan kutuları ve parfüm şişeleri…

N’apmam gerekiyor şimdi, bakışımı anlamış gibi bana odanın köşesindeki perdeyi gösterdi. “Arkasında tamamen soyunun, orada bulunan paket içindeki pançoyu geçirin üzerinize

Dediğini aynen yaptım. Yanına geldiğimde sigara yakmış plastik eldivenler geçiriyordu eline. Derince bir nefes çekip sigarayı direk ağzıma verdi. Hiç bir şey demeden pançoyu belime kadar sıyırıp dişçi koltuğuna itip sırtımı açtı hemen. Omuzlarımı, sırtımı okşadı, sıktı sıktı bıraktı kaslarımı.

Sevişeceğin birinin yanında soyunmak hiç mesele değildir. Hiç bir zaman meselem olmadı ya da.. Ama masaj yaptırırken, muayene olurken ya da bu gibi durumlarda cinsel çekim hissetmediğin birinin yanında soyunmak…savunmasız kalmak …

Ve başladı… Başlamakla kalmadı canımı aldı sanki. Acıdan tüm utanma duygum gitmiş bir an önce bitsin istiyordum. İspirtoya daldırdığı pamukları bardak içinde yakar yakmaz sırtıma bastı. Derim kabardı da kabardı. Şiştikten sonra bardağı çeker çekmez bisturiyle hacamata başladı kan toplayan derimden. Kan… Aktı da aktı. Kan aktı.

10-15 hacamattan sonra “erkeklere  kıyamıyorum hiç”  diyerek bir şeyler söyledi kendi kendine. Bitirince “kıyamam” öpücüğü kondurduğunu hissettim enseme belli belirsiz.

 
“Düz oturabilirsin, ben içecek getiriyorum” dedi odadan çıkarken. “VİSKİ!” diye bağırdım arkasından. Salondan kahkahasını duydum.

Elinde buzlu viskiyle geldiğinde hiç bir mecalim bile yoktu. Sırtım kan revan yanıyordu. Zaten zor oturuyordum.
Viskinin içindeki buzları elimle alıp ensemden kaydırdığım esnada bir hışımla elimden alıp yere fırlattı.
“dezenfektan ve yağ süreceğim merak etme, acın dinecek, kabarmasını bekliyorum önce”

Viskiyi diplediğimde bir sigara yakıp elime tutuşturdu. Klasik dişçi koltuğunu geriye yatırdı. Beyaz plastik bir sprey kutusundan bir şeyler sıktı önce. Eldivenlerini çıkarıp bir kenara attı. Burnuma okaliptüs-alora vera kokusu gelmeye başladı sıktığı şeyi yedirirken.

Gittikçe rahatlamaya başladım. Acım dinmeye, yanmalar geçmeye başladı. Rahatladığımdan mıdır, yoksa viskinin ve kokularının etkisiyle mi ya da Selma Hanım’ın solüsyon sürme biçimiyle mi bilmiyorum.Elindeki viski kadehini birden sırtımdaki yaralardan aşağı boşalttı. Yandım. Sarsıldım hatta.

O da üzülmüş gibi yanıma kıvrıldı. Bir sigara yaktık. Hiç konuşmadık. Uyuya kalmışız bir iki saat.

Kalkar kalmaz giyindik. Salona geçip birer sigara daha yaktık. Taze kahve pişirdi Selma Hanım. Bir iki saat önce olanlardan hiç konuşmadan, havadan sudan, Atilla İlhan’dan…

Vedalaşıp ayrıldım.

Otele dönüp eşyalarımı toplamaya başladım. Sabah erkenden yola çıkacaktım. Başka başka düşüncelerle daha çok kendim için belki de. Distopik bir kişilik değil, hayır. ‘başlanmamış olana, başlanamamış olana bir kez daha denemek için, görmek için…’ “

demişim…. 

O gün de üç aşağı beş yukarı böyle bir geceden sonra ondan ayrılıp geçen gece gittiğim bara uğradım. Bir arkadaşın hatırlatmasıyla 3-4 tane Irish car bomb yuvarladım. kimseyle konuşmadım. Sigara içtim. Otele geri döndüm. Uyudum. Ya napsaydım?

Kategori: DÜZ YAZILAR

Yorumlar

Yorum Yap >>